Uzaylılar ve Hayatın Anlamı

Hayata kendimiz bir anlam yüklemez ya da katmazsak hayatın anlamsızlıktan ibaret sıkıcı bir süreç olacağını erken yaşlarda keşfettiğimden olsa gerek, ortaokul ve lise yıllarım uzaylıların varlığını araştırmak hatta kanıtlamaya çalışmakla geçti. Hayatın anlamıyla uzaylıların ne ilgisi mi var? Uzaylılar varsa yaşam daha anlamlı ve eğlenceli olacaktı da ondan. Hatta belki bir şekilde iletişim kurabilir ve beni –tabii eğer oksijen varsa- kendi dünyalarına götürmelerini rica edebilirdim. Şu anda nerenizle gülüyorsunuz bilmiyorum. Fakat her şeyden çok sıkıldığım lise yıllarında, en büyük umudum bir gün bir uzaylıyla tanışıp mümkünse Venüs’e yerleşmekti. Hayır deli değilim ama anaokulu karnemde bile –evet annem hâlâ saklıyor-  “şu çocuğu biraz gerçek dünyaya adapte edin” mealinde “Hayal gücü çok yüksek” yazıyordu. Aslında ben sadece biraz eğlenmeye çalışıyordum.

20369_247862029138_1841898_n

Lise yıllarında ise bu uzaylı meselesi, insanların dar görüşlü mü yoksa açık fikirli mi olduğunu anlamamı sağlayacak bir tür teste dönüşmüştü benim için. “Ne uzaylısı ya?” diyen, “Uzaylı olsa Kuran’da yazardı” diyen insanlardan birkaç adım geri durmam gerektiğine karar verirdim. “Niye olmasın? Koskoca evren. Tamamı keşfedilmiş de değil. Olabilir yani” diyen insanla da dost olurdum. “Niye olmasın?” diyen dostlarımdan biri, bana adımı uzaylı kafası şeklinde yazabileceğim bir imza tasarlamıştı, bugün de hâlâ o imzayı atarım.

Şimdi dönüp baktığımda uzaylılara inandığım için değil ama onların varlığını Fenomen dergisi sayıları ve Erich von Daniken’in kitaplarına dayanarak kanıtlamaya çalışmama çok gülüyorum. Maalesef Bilim Teknik Çocuk sayılarında uzaylılarla ilgili pek bir şey olmazdı ve o dergilerin dilinden de pek anlamazdım zaten. Her şeyi geçtim, memlekette uzay ve bilim konusunda gerçekten anlayabileceğimiz bir dille yazılmış, çevrilmiş Türkçe kitap bile yoktu doğru düzgün. Bu kaynak kıtlığında, bir de uzaylılara “Bizim dünyamız dışındaki gezegenlerde hayat olmadığına nasıl bu kadar emin olabiliyoruz ki?” gibi şüpheci ve aslında hiç de bilim dışı olmayan bir üslupla yaklaşıyorsanız, bulabildiğiniz kaynaklara/dallara tutunmaya çalışıyordunuz işte. Akmar sahafları sağ olsun, kendilerinden eser miktarda tuhaf kitap topluyordum ama hiçbirinin bilimsel olmadığının da farkındaydım. İçlerinden akla nispeten daha yatkın bilgileri seçip üstüne teoriler, fikirler inşa etmeye çalışırdım.

Fakat en komiği şuydu: Uzaylıların insan kılığında aramızda yaşadığına çok emindim. Kendimce bunu da test ettiğim yollar vardı. Mesela birisi enteresan bir taşlı kolye mi takıyor, uzaylı olabilir. Gözleri, bakışları bi farklı mı, uzaylı olabilir. Hippi gibi mi giyiniyor, uzaylı olabilir. Bunları hiçbir yerden de okumadım, tamamen kendi uydurmam; bunları ciddi teoriler olarak görüyorum o zamanlar. Ve ne yapıyorum? Bir “şüpheli uzaylı” gördüğümde, yanımda yamacımda bir yerlerdeyse içimden diyorum ki “Uzaylıysan bana bak!” Niye? Çünkü uzaylıysa kesin telepati yeteneği var ve beni duyar. E peki mercimek Ceren, acaba senin telepati yeteneğin var mı da zihninin sesini duyurucan? Bu soru gelmiyor o sıralar aklıma. Zihnimden seslendiğim çoğu “şüpheli” dönüp bakmıyor. Es kaza bakan olursa da heyecandan titriyorum ay bu uzaylı diye. E madem uzaylı dön de konuş o zaman, alsın seni Venüs’e götürsün? Yok, onu da yapamıyorum heyecandan.

Hayatım, can sıkıntısından kaçmaya çalışmakla geçtiğinden, aşırı meraklı ve hayalci oluşumdan oldu bunlar hep. Annem “UFO değil onlar yavrum Amerika’nın gizli uçakları, emperyalizm!”den öte bir şeyler söylese, beni şöyle elimden tutup bir psikoloğa ya da bir bilim insanının yanına filan götürse belki çok daha iyi olurdu.

İşte böyle böyle kendime küçük heyecanlar yaratıp az biraz eğlenmişim sanırım. İnsan doğasının hikâyeler uydurup sonra da onlara tamamen gerçeklermiş gibi nasıl inanmaya meylettiklerine güzel bir örnek benim uzaylı maceram da bence. Hayır hayır, uzaylıların var olduğu hikâyesine değil, onlar kesin var. Hatta denizkızları, sirenler, kanatlı atlar, bulutlarda ve ormanlarda yaşayan periler ve hatta bizim adını bile bilmediğimiz dağlara yuva yapmış ejderhalar bile var; sadece biz göremiyoruz. Bence varlar, ben var olduklarını düşünmek istiyorum çünkü o zaman dünya, kâinat daha eğlenceli, daha anlamlı, daha yaşanılası bir yer gibi oluyor. Kast ettiğim, kendi kendime uydurduğum, kurguladığım o şüpheli uzaylı oyunları. Mucizeleri, doğaüstüleri somut olarak, yaşadığım dünyada görme isteği. Evreni, kâinatı anlama, kavrama isteği; yaşamı, var oluşlarımızı anlamlandırma isteği. Hayatımı vakfedeceğim bir büyük gerçeğe ulaşma isteği. Bu isteklerin tümü, her insanda az ya da çok var ve çoğunlukla bunları dinler, ideolojiler ya da yaşam tarzları doyuruyor. En az benim ergenliğimde kurguladığım kadar çocukça oyunları, bugün büyük büyük, koca koca insanlar hâlâ kurguluyor. Kendilerinin inanması yetmiyor, kalabalıkları da inandırıyorlar ve o kalabalıklar, bu kurgulara inanmaya devam ediyor.

Herkesin kendi “şüpheli uzaylı” hikâyesini keşfetmesi ve bunun bir oyundan ibaret olduğunu anlaması şart bence.

İyi oyunlar.

İleri okuma için: Johan Huizinga, Homo Ludens = Oyuncu İnsan.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.