Ah Mine’l-Aşk – I

Sabr etmeyen belâlarına aşkın anmasın,

Nûş etmesin şarâbı kaçanlar humârdan.

(Belalarına katlanamayacak olan aşkın adını anmasın,

Sonunda başım ağrıyacak diyen aşk şarabından içmesin.)

Taşlıcalı Yahya Bey (öl. 1582)

 

Ah Mine’l-Aşk

“Ah aşkın elinden [neler çektik]” anlamına gelen bu serzeniş, 18. yüzyılın büyük aşk şairi, bir gönülde akıl ve aşkın aynı anda var olamayacağını söyleyen Hüsn-ü Aşk’ın yazarı Şeyh Galip’e aittir. Rivayetlere göre, evlilik çağındaki delikanlılar bu cümleyi hat sanatıyla tablolara işletir evin duvarına asarlarsa evlenmek istedikleri anlamına gelir; aşk acısından ölenlerin mezar taşına bu cümle kazılır; beşeri ya da ilahi aşkı tarifte hep bu cümle anılır.

İskender Pala’nın, Divan Edebiyatı hakkındaki en anlaşılır ve açıklayıcı eserinin adı da budur. Pala, “Baştan sona aşkın beyanıyla dolu” olan divan edebiyatının bir “aşk edebiyatı” olduğunu söyler. Doğu’nun romantik imgelerinin çözümlenebileceği bu edebiyatta aşk, âşık ile maşuk (sevilen) arasında daha çok aşığı ilgilendiren bir durumdur. Buna üçüncü kişi olarak bazen rakip (ağyar) de dâhildir.  “Aşk oyununu sahneleyenler” işte bunlardır. Sevgilinin başlıca özelliği acı ve ıstırap vermektir. Sevgili, “Zulüm ve eziyette aşırı sınırları zorlar, cana kasteder. Kimse ona hesap soramaz. Gönlü taştır, merhamet kelimesini bilmez. Muhammet Nur Doğan, “Divan Edebiyatı’nda Aşk” adlı makalesinde, gam (üzüntü, acı, keder) kelimesinin “aşk nedeniyle çekilen acıların adı” olduğunu ve çoğunlukla aşk kelimesi yerine kullanıldığını söyler. Aşk, insanın başına yıldırım gibi habersiz ve aniden gelir ve en doğal getirisi acıdır, eziyettir, türlü çeşit mihnettir. Tüm mihnetlere gönül rızasıyla katlanmak aşığın başlıca görevi hatta yükümlülüğüdür. Yani aşk, acıdır; aşk acısı, aşkın ta kendisidir. “Peki, böyle birisi nasıl sevilir?” Çünkü “aşığın elinden başka bir şey gelmez ve onu sevmek için yaratılmıştır.” Doğan da “Aşk aslında sevgili ile buluşma, ona kavuşma arzusunun ama buna bir türlü muvaffak olamamanın insan ruhunda uyandırdığı çelişik ve karmaşık duyguların beslediği bir fırtınadır. Sevgiliye kavuşamayan aşığın ruhu ve zihni giderek bu tutku ile dolacak ve bu ayrılık derdi yani aşk hastalığı garip bir haz haline dönüşecektir” der. Ve artık âşık, vuslatı arzulamamaya başlar, çünkü yaşadığı acının verdiği hazzı kaybetmek istemez. Divan şiirini psikanalitik açıdan inceleyenler oldu mu bilemiyorum. Divan Edebiyatı aşk acısını âdeta kutsuyor, kutsallaştırıyor. Fakat aşk bu şekilde tarif edildiğinde kulağa gerçekten de ruhsal bir hastalık gibi gelmiyor mu?

 

Divan Edebiyatının Altın Çağının En Popüler Çifti: Kanuni ve Hürrem

Divan şairleri, ideal aşkı bu şekilde tarif ededursun, divan şiirinin en popüler olduğu ve altın çağını yaşadığı Kanuni devrinde ve resmen destek gördüğü Kanuni’nin sarayında aşk, hiç böylesi ideal, aşkın yaşanış biçimi hiç bu kadar erdemli değildi. Muhteşem Yüzyıl dizisi sebebiyle, yüzyıllar önce Hakk’ın rahmetine kavuşmuş olsalar da son dönemin en popüler çifti malumunuz Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan. Bu çift ve yaşadıkları aşk ile ilgili en sağlıklı bilgiyi edinebileceğimiz kaynak ise dizinin tarihçi danışmanı Erhan Afyoncu’nun dönemle ilgili derlediği bilgilerden oluşan kitabı Muhteşem Süleyman.

Tarihçilerin çoğunlukla Roxalana olarak andıkları, çoğu harem kadını gibi kökenini kesin olarak bilemediğimiz Hürrem Sultan, tahminen 14–17 yaşlarındayken Tatarlar tarafından kaçırılarak Harem’e satılmıştı. Kanuni’nin gözdesi olmasından itibaren ise padişahın ilk eşi Mahidevran Sultan ile aralarında ciddi ve çekişmeli bir rekabet baş göstermişti. Venedik elçilerine göre Hürrem, -aslında ülkelerin tarihine ve kaderlerine damga vuran diğer kadınlar gibi- çok güzel bir kadın değildi ama “zarif, şık, cilveli ve çekiciydi.” Güler yüzü nedeniyle de Müslüman olmasının ardından kendisine Hürrem adı verilmişti. Kanuni, Hürrem’e öylesine bağlanmıştı ki, o dönemde İstanbul’da yaşayan ve sarayda da bulunan İtalyan Bassano, Türkçe’de Kanuni Dönemi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nda Gündelik Hayat adıyla yayınlanan kitabında, padişahın eski geleneği göz ardı ederek bir dizi cariye almadığını tersine Hürrem’e bağlılığını korumak için Harem’deki güzel cariyeleri bakireyken evlendirdiğini söylemişti. Kanuni ve Hürrem arasındaki aşk, yaşandığı dönemde de o denli dikkate şayandı ki, Bassano kitabında onlara ayrı bir bölüm ayırmıştı : “Sultan’ın Eşi Hanım Sultan’a ve Ondan Olan Oğullarına Karşı Duyduğu Sevgi ve Onların Yaşadığı Yer.” Bu bölümde şöyle diyordu:

Sultan ona karşı o derecede sevgi gösterisinde bulunuyor ki bütün tebaasını çok şaşırtıyor. Öyle ki hanım sultanın ona sihir yaptığını söylerler ve onu cadı diye adlandırırlar. Bu yüzden yeniçerilerle birlikte bütün saraylılar ona ve aynı şekilde oğullarına karşı nefret güderler. Fakat Sultan’ın onu böyle sevmesinin nedeni hakkında hiç kimse konuşmak istemez; ben hanım sultan ve oğullarını daima kötü konuştuklarını duymuşumdur. Aynı zamanda birinci oğlu ve [Padişahın] reddettiği [oğlunun, Şehzade Mustafa’nın] annesi[Mahidevran] ile ilgili olarak iyi şeyler söylerler.

Hürrem Sultan’ın sihirden medet ummuş olması olasıdır ama onun asıl gücü Kanuni’nin yanına başka bir kadın sokmamayı başarmasında yatar. Venedikli elçiler, Osmanlı Devleti’nin bir valisinin, biri sultana diğeri de valide sultana olmak üzere saraya iki güzel Rus kızı verdiğini, cariyeler saraya gelince, Kanuni’nin çok kıymet verdiği ikinci karısı Hürrem Sultan’ın çok mutsuz olup ağlayarak kendini yerden yere attığını anlatırlar. Bunun üzerine Kanuni, bu Rus cariyeleri saraydan göndertmiş, bir başka valiye verdirtmiştir. Venedikli elçi bu cariyelerden birinin bile sarayda kaldığı takdirde, Hürrem Sultan’ın üzüntüsünden öleceğini söylemiştir.

Fakat bu hikâyede aşk acısını tadan asıl kişi Mahidevran’dır. Aşkını, aşığını ve yanı sıra gücünü ve iktidarını kaybetmesinden kaynaklanan bir kıskançlıkla Hürrem Sultan’ı Harem’de evire çevire dövmüş, saçlarını yolmuştu. Hürrem ise rakibesinin saldırganlığını kendi yararına kullanmayı akıl edebilecek kadar stratejikti. Kanuni onu odasına çağırdığında Hünkârının huzuruna çıkmaya layık olmadığını söyleyerek, padişahın onu büyük bir merak içerisinde yeniden çağırmasını, yara beresini gördüğünde şefkatinin artmasını ve ağırbaşlılığı ile Mahidevran’ın kesin olarak gözden düşmesini sağlamıştı. Üstüne üstlük, Mahidevran saraydan uzaklaştırılmış ve padişahlar eşleriyle resmi/dini nikâh kıymazken, Kanuni’nin kendisini nikâhlı eş olarak almasını sağlamıştı. Mahidevran ise hayatının geri kalanını, gözden düşmüş, saraydan uzaklaştırılmış bir eski eş olarak fakirlik içerisinde geçirmiştir.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.